5 Mayıs 2011 Perşembe

23 Nisan Hikayesi...


             Okul önemlidir. Gerçekten çok önemlidir. Binasından tutunda bahçesine kadar, hizmetlisinden kantinine kadar merak edersiniz yeterli mi değil mi diye. Müdürünü ve öğretmenlerini söylememe ise hiç gerek yok. Normali budur bence, öğretmen nasıl acaba? iyimidir? başarılı mıdır? peki müdür? sıkı bir yönetici midir? sahiplenir mi okulunu öğretmenlerini? diye merak edilmemelidir. Öyle olmalıdırlar çünkü. Minicik çocuğunuzu ellerine teslim ederken gözünüz arkada kalmamalıdır. O şimdi ne yapıyor? ağlıyormu? eziliyor mu? üşüyor mu? korkuyor mu? diye paralamamalısınız kendinizi.
              Elbette şartlar her zaman istenildiği gibi güzel olmuyor, olamıyor. Yapı kötüyse olsun diyorsunuz insanları güzel, eğitimi güzel deyip susuveriyorsunuz bazen. Veya yönetim de bir çarpıklık varsa yine kendinize başka bir teselli buluyorsunuz "olsun, öğretmenimiz yeter" gibi. Bazen bunların hepsi aynı anda aksaklığa uğrayabiliyor ki bu çok fena işte. Bir şeylerde eksiklikler başladığı anda çorap söküğü gibi gidiveriyor ard arda.
              Kızımın okulundaki organizasyon bilmecesi iki yıldır fena halde şaşırtıyor beni. Binanın, bahçenin, günlük rutin işleyişin düzensizliğine gözümü kapatıp bari eğitimi yolunda gitsin diyerek devam ediyoruz okulumuza. Ancak eğitim ne kadar önemliyse de tek başına yeterli olmuyor bence. Çocuğun sosyalleşmesi için, düşsel gücünün zenginleşmesi için sosyal aktivitelere de ihtiyacı var ve ne yazık ki iki yıldır okulumuzda bu anlamda hiç bir faaliyet olmuyor. Ne resim, ne tiyatro ne de güzel bir organizasyonla yapılan sinema gezisi. Bu nedenle 23 Nisan gösterileri o yıl için müthiş bir keyif oluyor bizim için. Sadece on dakikalık yapacakları dans gösterisi bile çocukları heyecandan uçuruyor, bir şeyler başarabilmenin keyfine varıyorlar. Bu da güzel ancak iki yıldır bu eğlence bile biz veliler için birer kabus haline gelebiliyor :))  Peki neden? Organizasyon hatası elbette, daha ne olsun!

               On gün boyunca bir türlü şekline, renk tonuna karar verilemeyen gösteri elbisemiz terziye verdikten sonra elime gecelik türü bir elbise olarak geri döndü :) Yukarıdaki resimde olan elbisenin üst tülünün olmadığını düşünün. Bir gecede elimde ne kadar tül varsa üzerine dikip, tam dört gün boyunca o tüllerin üzerine tek tek boncuklar işleyince elbise en sonunda güzel bir şekle büründü. Onca dans eden çocuklar için, yapılan güzel etkinlikler için bir çiçek dahi asılmayıp, süslenmeyen boş okul bahçesini rengarenk yaptı bizim çocuklar. Biraz kırgın, çok da kızgın geçti benim için 23 nisan gösterisi. Umarım seneye aynı ilgisizlikle karşılaşmayız tekrar. Bakın kızımın mutluluğuna, bunun için değmezmi tüm sıkıntıya allah aşkına!..





             


Miniğin minik mutfak önlüğü




23 Nisan elbisesi bilmecesi öncesinde görmüştüm bu yaramaz kız figürünü Leyya'nın bloğunda. Bir kenara çizmiştim ama çanta yaparım belki onun gibi bir gün diye düşünmüştüm. Küçük cadı son günlerde kendini daha çok mutfağa verince mutfak önlüğü yapmak daha akıllıca geldi bana.
Baboş'un şiddetle karşı çıktığı, "çocuğu evcimenliğe alıştırma " diye mızıldandığı (hani bulaşık yıkamak yerine çarpım tablosunu ezberlesin demek istiyor ki çok da haklı :)) bu önlük en sonunda bitti. Göstermek gibi olmasın :) işaret parmağımın yanındaki orta parmağımda minik bir delik açıldı bu önlüğü dikmek için. Dikiş makinem olmadığı için elimde dikmek parmağımı kevgire çevirse de güzel oldu yahu , daha ne olsun :)








23 Nisan 2011 Cumartesi

Yeniden yürümek...

Yaklaşık dört yıl boyunca yazdığım bloğumu bir gün tak diye kapatıvermiştim. Siz deyin anlık psikoloji, ben deyim delilik :)  Tam da blogcuların birbirine gerçekten destek olduğu, bağlı olduğu dönemdeydi üstelik. Gerçi şimdi de öyleler görüyorum ancak sanki bana o zamanlar çok daha farklıymış gibi geliyor şu an bile düşününce.

Her neyse işte... Tak diye kapattığım bloğumun sona erdiği günlerde Trabzon'daydım. Sonra Ankara, şimdi de Sakarya'dayım. Yine sıkılırmıyım bilmem ama şimdilik Sakarya'da yeniden blog yolunda yürümeye başlayacağım. Kolay gelsin bana :)
23 Magical Photographs – No Effects!!
Yürümek ne demek, belki uçarım bile :))
Fotoğraf

Anne Frank depresyonum :)



Bugün biraz depresif halimin rüzgarını kırayım diye kendimi çarşıya attım. Çarşı dediğim kızımın okulundan yürürsem yaklaşık on beş dakika sonra varacağım topu topu iki -üç caddenin mağaza ve dükkanlardan oluşturduğu bir kalabalık yığını işte. Fazlaca cafe vardır ama bunlar minik minik döküntülerdir çünkü tabelada cafe yazar ama içeri girince minik bir pastane olduğunu anlayıverirsiniz :)))) Bari bir park bulsam onun bahçesi de yeter bana dedim ama öyle yerler henüz açık değil, niye ? belki üşütür hasta olursunuz ya ondan! Hangi mevsim parkta oturup kitabımı gazetemi okumalıyım ben karar veremem böyle küçük bir yerde. Aslında adı il ama şeklen ilçe olan bir yerde yalnız kalabileceğim bir yer bulamadım yirmi dakikalık gezmemle.

İnat ettim, yalnız kalmalıyım, müzik-kitap ve yalnızlık üçlüsüne ermeliyim :) diye taaa çarşıya kadar yürüdüm ve bir penguen ve K dergisi alıp bir cafe! ye girdim :) Sütlü nescafe siparişimi verip üst kata çıktım. Burası siyah ferforje masa ve sandalyelerle düzenlenmiş aslında şirin bir yer. Duvarlarında yine ferforje ayna, duvarın bir köşesinde müzik kutusu ve caddeye bakan penceresinin önünde şark köşesine benzeyen ama yine ferforje ile oluşturulmuş yerden divanlarıyla bir oturma bölümü var. Yukarı bir çıktım ki o da ne çıt yok! :)) Çünkü bir tek ben varım, müzik dahi yok inanın. Müthiş bir sessizlik var hemde tam istediğim gibi. Daha kahvemin gelmesini beklemeden hemen penguenimi açtım ve kahvem bitmemişti ki daha ben penguen'i yalayıp yutmuştum. Hemen ikinci kahvemi söyledim ki K dergisine taze taze başlayım diye. Zaten açar açmaz caanım Anne Frank'ın inanılmaz dramı karşılıyor sizi bu dergide. Evet çok kitap okurum, bazen belki iki üç kitabı aynı anda okurum, edebiyat düşkünüyümdür ama itiraf edeyim bende bugün öğrendim Anne Frank'ı ve onun yaşam öyküsünü. İnanın takılıp kalıyorsunuz ve bırakın böyle bir dergi sayfasında onunla karşılaşmayı, keşke günlük yaşamda karşılaşsaydım da o ve onun gibi tüm insanlara yardımcı olabilseydim diye bir eziklik yaşıyorsunuz.
Ben tam bu kahve kokusuna karışmış öyküye dalmışken iki gencecik üniversite öğrencisi kız çıktı yukarıya. Daha merdiveni çıkarken ikisi birden "_aaayyyyyyy!... ne güzel yeeeeeeeer " dediler güldüm. Aslında hem onlara güldüm, hemde böyle bir mekana aaaaaaaaayyyyy diye hayran olmalarına güldüm :)) İçindeki eşyaların hoş olması dışında bakımsızlıktan toz içindeki bu biraz terkedilmiş gibi duran mekana iç çeke çeke oturdular. Bilemiyorum, aslında burası benim taaa lise dönemindeyken bile kız arkadaşlarımla kaçıp kaçıp kola içtiğim yerlerden birisi olduğundan ve senelerdir bir çivi bile çakılmadığından bana cazip gelmiyordur ama onlar mel mel seyrettiler her yanı :))

Olabilir diye düşündüm ve ilgilenmedim. Ama onlar oturdukları andan itibaren sürekli "_ay harika bir yer, şahane!" , "_ay bayıldım bayıldım, neden daha önce keşfetmedik?", "_aaaaayyyyy şu müzik kutusuna baaaaak :)" tarzı aklınıza ne gelirse ama ard arda birbirlerine sürekli söyleyip durdular. Ayol güzelse, beğendinizse tamam bırakın artık, duvarların dili de yok ki onu beğendiğiniz için size kur yapsın dimi ama :)))

İnanın nerdeyse yirmi dakika boyunca bu diyalog geçti, hiç abartmıyorum. Mesela bir sigara yakıyor biri, biri tatlısından bir kaşık alıyor "_evet yaaa, süpermiş süper!" diyor. Allahım aklıma sahip ol diyerek hemen uzaklaştım orda ama aklımın bir yerinde hala Anne Frank vardı o mızıldak kızlardan kaçarken :)
Onca dile çevrilip yayınlanmış kitabı varken, hatta hatta sinema filmi bile çekilmişken bu kitaba sahip olmalıyım diye çarşıda dolandım bir o kadar zaman da. Bu arada benim bunalımımın kızlar sayesinde ne dereceye eriştiğini tahmin edersiniz.

Herşeye rağmen sonunda buldum bu kitabı, hemde bir ikinci el kitaplar dükkanından. Olsun, ikinci el kitaplarda anı içinde bir anı daha bulabilirsiniz, hatta hatta hissedebilirsiniz de. Hem kahramanın ruhu vardır içinde, hemde sizden önce sayfaları karıştıran elleride hissedersiniz kelimelerin üzerinde. Bu yüzden çok severim eski kitapları. Üniversitedeyken bir seferinde çoook eski, yıpranmış bir nutuk seti almıştım. Zaten vardı Nutuk bende ama onun eskiliğine vurulmuştum, yıpranmışlığına, ezilmişliğine..... Bu da onun gibi birşey oldu işte benim için.
Hadi öz'e dönelim :))
_ Depresyonum bitti mi?
Ben: hayııııııır, mızıldak kızlarla daha da arttı :)
_Bugün ne yaptım? Anne Frank'la karşılaştım ve yeni sayfalarla tanıştım
_Ne öğrendim? :)
Ben: Mızıldak insanlara fazla yanaşmadan sakin sakin yaşamayı :)

Mahallem güzel mahallem



Müstakil bir evde otururuz biz. Küçük bir bahçesi vardır ama gözünüzde öyle minik, yeşil, sevimli bir bahçe düşlemeyin lütfen. O kadar da değil:) Bir köşesinde babamın kıymetli aracını koruyan bir garaj (aynı zamanda da annemin içinde çörekler, gözlemeler yaptığı bir tandırdır) vardır bir köşesinde de rahmetli dedemlerin ölmeden önce oturduğu küçük evlerinin onların ölümünden sonra yarısının bozulduğu, yarım kalan bir ev vardır. Derdimiz bu değil biz hiçbir zaman bu evde oturmak istemedik. Mahallede yaşamak bütün kardeşlerim ve benim için hiç de hoş bir yer değildi. Hep bir apartman dairesi düşledik. Şöyle rahat, sıcacık, yerler parke, mutfak boydan fayans, klozeti içinde bir banyo vs... çünkü bizimkilerin 7 çocuğa bakmaktan anaları ağladığından bu evi ancak bu hale getirebilmişlerdi. Çok şükür yaşayacak bir evimiz vardı :) Ama soğuktu mesela, sobalıydı, mutfağımız tabanından tutunda tavanına kadar buz tutardı, tavandaki buzlar akşam olupta ışık yanınca kristal gibi parlardı. Elimizmi yıkanacak, tuvalete mi gideceğiz; bunları yapmak saniyeler sürerdi, korkardım biraz uzun otursam çizimiz donarmı acaba diye :) o kadar soğuktu işte...
hemen titreyerek koşardık sobanın başına :)
Bir evimiz daha vardı "bir apartman dairesi". Ne zaman burdan çıkmak istesek annem hemen:
_ Yooğğğk, yooğğğğk anam gitmem ben burdan, der deli ederdi bizi
Biz: Hadi anne ya, şöyle kaloriferli ne güzel, sıcacık. Soba derdi yok, kül yok.
Annem: Yoooooğğğğğğğk yoğğğğk, çıkmam anam çıkmam :)
Annemin bu yoooooooğğğğğğğğğk ları hiç bitmedi hiç. Ne inatmış böyle diye deli olurduk yeminle. Annem bu işte, babamında gücü yetmezki :)
"Benim konum, komşum var burda" derdi annem hep. "Nasıl gidelim buralardan"
Annem: hem ben çatlar ölürüm apartmanda, şöyle bir balkona çıkmam lazım, sonra komşumla bi sohbet etmem lazım karşılıklı, hem bahçeye inmem lazım, istemem öyle tepemde veletler zıplasın, aşşaa kattan gürültü gelsin.
Biz : Yaa anne orda da komşuların olacak, hem daha temiz, böyle bahçe süpür, tamir et derdin olmayacak.
Annem: Sus kes! Git-meeeeem !...
En sonunda da "_babanızı alın gidin siz" diyerek konuyu kapattı gestapo :)
Çocuk aklı işte, hep çıkalım istedik bu evden. Komşuluktur , bağlardır hakgetire, umrumuzda değil.
Şimdi annemler yine bu evimizde oturuyorlar. Ev tabiki bu zaman zarfında değişti. Bizim o hayal ettiğimiz gibi oldu, kaloriferli, fayanslı mutfaklı, klozetli... Ama komşularımız bir iki fire verse de yıllar geçtikçe aynı kaldılar. Bahçemizde öyle. Sanırım mahallemizin fertlerinin %80'i neredeyse 40-50 yıldır burada yaşıyorlar. Annem bu eve gelin gelmiş, diğer komşularımız çoğu da öyle. Düşünün siz artık. Bu insanlar artık aileden de öte olmuşlar, nasıl ayrılabilirler ki. Ben yeni yeni anlayabiliyorum bu bağlılığın önemini. Hem böyle alem bir mahalleden daha keyifli ber yer varmıdır bilemiyorum. Hepsi birbirinden ayrı, hepsi birbirinden cins!
Bu sabah mutfaktayım ve bizim mahalle yine gündemi belirlemiş. Hemen bitişikteki komşumuz Selehattin amcaların bahçesindeki kömürlüğün çatısında iki yumurta peydahlanmış :) ve kimin olabilir bu yumurtalar merakı sarmış hepsini. Şimdi Selehattin amcanın elinde iki yumurta ve bizim balkona bakıyor.
Selehattin amca: Yav nasıl çıkar bir tavuk oraya, mümkünatı yok, çok yüksek, nasıl bir tavukmuş bu!
Annem: Yok yok, tavuk yumurtası değildir o, tavuk çıkamaz taaa oralara, kesin yılan yumurtasıdır bu.
Babam: Yok ya, yılan ne gezer buralarda, hem yılan yumurtası bu kadar küçük olmaz.
Annem: Anaaam o zaman neyin neciymiş bu :) yaşı karaaalesice, başka bir yer bulamamış mı?
Selehattin amcanın karısı: Valla bu kesin yılan yumurtası, amaaan biz ne yapacağız bu yılanı?
Babam: Yok bacım yılan gelmez buralara, başka bişey bu başka bişey! (sanki bir dinazor türedi orda :)
Bunlar sürüp giderken hemen bir diğer komşu ablam çıkıyor balkona, o da "bu kesin yılan yumurtasıdır" diyor. Annem hemen "Biz bir gün köydeykeeen......." diye başlayınca artık pes! dedim. Çünkü annemin "Biz köydeykeen.... ile başlayan öykülerini herkes bilir çünkü annem bir avazda size yüzlerce öykü anlatabilir :) Bu mevzu bitmez burda, hem bu yazdığım diyaloglar bu kadar değil, yarım saati geçkin devam ediyor bu arada.
Sonra Selahattin amcanın karısı elinde iki yumurta karşıdaki Elif ablaya sesleniyor. Bu sefer o çıkıyor balkona : "Geçen sene oğlum dediydi, buralarda bir sincap görmüş, kesin bu sincap benim tavuklarımın yumurtasını çalıp sizin çatıya götürmüştür, tavuk nasıl çıksın oraya?" :) Hoppalaaaa, buyur burdan yak, allahın sincapı girdi şimdi araya. Allahtan yine uzun bir diyalog sonrası sincap aklandı ama bu sefer de eğer bu bir tavuk yumurtasıysa tavuk oraya nasıl tırmanmış olabilir? sorusuna takıldılar.
Ben hala mutfaktayım ve elimde ıslak bez kalakalmış, gülmekten çatlayarak bunları dinliyorum :) Bizim ahali yine çıkamadı işin içinden ve bilirkişi bir abimiz var, hemen her konuda fikri olan insanlar vardır ya işte onların bir benzeri. Ellerinde yumurtayla onun gelmesini beklediler, onun fikri de aynı "_evet bu bir tavuk yumurtasıdır!". Arkadaş iyi güzel de bu tavuk oraya nasıl çıktı? İşte asıl sorun bu :) Velhasıl tavukmu yumurtadan, yumurtamı tavuktan hikayesiyle koca bir sabahımı kahkahaya boğdular. En sonunda annem ve elif abla yumurtaları kırıp içinden sanki bir yaratık çıkacakmı acaba merakıyla iyice incelediler içinden çıkanı.
İşte bu süperdi, Elif abla yumurtaların içine bakınca dedi ki :
_ Ahaa bunun biri benim tavuğun yumurtası, sarısından tanıdım :) Öbürü yabancı!
Biliyorum okurken bile "allahım aklıma mukayyet ol" diyorsunuz belki ama annemin senelerdir bize anlatmaya çalıştığı sıcaklığı ben çok yakından hissettim. Belki her apartmanda o hep söylenen soğuk komşuluklar yoktur ama büyük bir çoğunlukta biliyoruz ki gerçekten birbiriyle yıllar sonra bile tanışmayan insanlar, komşular var. Şimdi ben biliyorum ki annemler yokken, yalnızsam bile hiç korkmayacağım. çünkü her zaman birbirini tanıyan, sahiplenen, koruyan insanlar var etrafımda. Biliyorum ki yolda bir çıtırdı duyulsa Elif abla perdenin arkasında :) yada Selehattin abi hep balkonda :)
Artık seviyoruz mahallemizi, hemde daha çok....

Seninle alemde olmak güzel şey :)))



Eve yeni bilgisayar gelmiş. Bilgisayarla epeydir tanışıklığım var ama internet denen aleme dalmak nedir henüz bilmiyordum. Tamam itiraf edeyim, teknoloji ile ilişkim AKP ile muhalafet arasında nasıl bir bağ varsa ancak o kadar işte :) Hala telefonumun özellikleri hakkında pek bilgim yoktur, sadece arayanların beni bulabildiğini biliyorum :) Evet, her neyse, internet geldi evimize ve ben ilk olarak Can Dündar, Murathan Mungan, Çetin Altan gibi bağımlısı olduğum insanların bulunduğu mekanlarda cirit atmaya başladım. Benim eş'cim şaşkın tabii. Chat denen bir durum var ve ben içine girmemişim hala. Sonra ev kadını konumumu nasıl renklendiririm araştırmaları, çul çaput kesip biçmelerim, uyduruktan teyyare :) çalışmalarımı nasıl ilerletirim incelemelerine başladım. İnanın bana çöp evden hallice bir evim vardı, yırtık bir tişörtü büyük bir saksıya elbise yapan birini hayal edin, böyleyim işte o zamanlar. Vee sonra bloglarla tanışma faslı başladı ki işte "internet alemine dalmak" diye buna diyorum ben. Kim ne yazmış, kim ne üretmiş, kim bir konu hakkında ne düşünmüş derken o daldığın çukurdan çıkmak gerçekten mümkün olmuyor ve artık bende bu çukurda yaşamalıyım diyorsunuz. Ben öyle dedim.
Vee o çukura daldım!..
******
Daldım gerçekten, hemde nasıl! Bir süre yalnız gezindim, yazdım çizdim ama olmadı. Bir yandaş lazımdı, eş'cimin uzaktan yakından ilgisi hiç bir zaman olmadı zaten bloglarla. Benim kafadan olmalıydı yandaşım, benim gibi eğlenmeli yazarken, aynı benim gibi dellenmeliydi :) Hayriş'imi buldum bende. O benden önce tanışmıştı internetle ama blogcularla henüz karşılaşmamıştı meraksız :)
Binbir türlü gayretlerimle ikna etmeyi başardım, hemen ona da açtık bir tane blog. Hem de ne çekinerek!.. Aman sanal alem, aman sanal ortam, kimin eli kimin cebinde, dipsiz bir çukur naralarını dinleye dinleye gözümüz bir korkmuşki sormayın. Önce isimler gizlendi, mekanımız Ankara'ysa misal, İstanbul'a çevrildi, en güzeli de bu : yaşımız 30 ise 28'e inildi felan. Güzel günlerdi, sanki tüm sülalemizin gizli saklı sırlarını anlatıyormuşuz gibi uzunca bir süre çevremizdekilerden bile sakladık bir bloğumuz olduğunu. Hatta eş'lerimizden bile. Sonra çatladık tabi bu heyecanlı sırrımızı saklamaya çalışmaktan, hemen ilan ettik herkese : "ayy noolur bir bakın, güzel olmuşmuuuuu" diyerek. Sonra sonra biz kabak çiçeği gibi bir açıldık ki sormayın.
- Kız Hayriye, iyi güzel blog yapıyoruz ama bir de resmimizi koysak diyorum.
- Aaaaaaa, yok olmaz!.. Benimki ya kızarsa?
- Yok ya bişey olmaz, herkesin var, kızım bütün sapıklar bizimi gözlüyo :)
- Ay yok yok ben korkarım valla, yaa koysak mı acaba, benim şöyle güzel bir resmim var, kafamı keseriz ordan ekleriz ama di mi :)
- Ekleriz valla, kızım süper olur hemde, insanlar merak eder dimi kim yazıyo bunları diye
Ve biz sonunda resimlerimizi de ekledik, blog çukurunda iyice çalkalanmaya başladık. Bir yandan harıl harıl blogumuzla ilgilendik, bir yandan evcilik halimizi idare ettik, yeni yeni yemekler yapmaya başladık, artık birşeyler yayınlama telaşıyla otun b.kun resmini çekmeye başladık :) her zaman gördüğümüz ve olağan gelen şeyler artık blog için bir malzeme olarak görünüyordu gözümüze ve hemen onu bloglarımıza taşıyorduk. En heyecan verici olansa bloglarda gördüğümüz her ilginç şeyi yapmaya kalkışmamızdı. Bu tabiki hobi blogcular arasında yapılan gezilerimiz sırasında ortaya çıkıyordu. Özellikle benim aklıma gelen tuhaf fikirler "_Hiiiiiiiii Hayriye, harika bir şey, bizde yapabiliriz kızııııııım ne var bunda?" dediğim anda zavallı arkadaşım tarafından hemen kabul ediliyordu. Zaten başka bir şansıda yoktu kızcağızın :) Hatta bir dönem benim yüzümden görülmemiş kalınlıkta bir ip ile çocuklarının odasının kapı önüne kocaman, bitmek bilmeyen, tweety kafalı bir paspas örmek zorunda kalmıştı. Sonunda tweety ile alakasız bir surat çıktı ama olsun. Elimizde bir silikon tabancası, bulduğumuz bir şeyi neyin üstüne yapıştırsak da evimizin bir köşesini süslesek diye dellendiğimiz dönemlerdi.
Benim en güzel geçirdiğim anlar bunlardı sahiden , keyif aldığım şeylerden benim kadar keyif alan bir dostumun hemen dizimin dibinde olması, isteklerime gıkını çıkarmadan kafasını sallaması müthiş bir şey. Gerçi bu benim için böyle, zavallımın o anlarda ne düşündüğünü elbette bilemem :) dermişim !
Zamanla bloglarımız çok güzel yerlere geldi, ziyaretçilerimiz çoğaldı, bizi sevenler , okumak isteyenler çoğaldı ve biz hiç bıkmadan devam ettik blog yazmaya, taaaki benim evimi ve şehrimi değiştirene kadar. Sadece mekan değil tüm düzenimi değiştirince birden blogumda bana eski bir mekan gibi geldi ve birden bire bıraktım yazmayı. Sonra buraya taşındım. Milliyet Blog benim yeni evim oldu, Hayriye eski mekanında devam ediyor ama hala. Bunca zaman sonra bile bloglarımız sayesinde her gün görüşüyoruz onunla. Bu mekanlarımız olmasaydı, bunca uzak mesafeden ancak telefonla sadece sesimizi duyurarak görüşebilecektik. Ama bloglar iç dünyamızı rahatça anlatabileceğimiz bir çukur, hem de güzel bir çukur.
Tüm bunlar yetmiyormuş gibi tıpkı bir virüsü yayıyormuşuz gibi çevremizdekileri de blog sahibi yapmaya çalışıyoruz ki eş'ler asıl buna dayanamıyor :)
Blogcu olmak güzel şey velhasıl, mutluyum bu yüzden :)
Bu arada : "Hayriye ordasın biliyorum :)"

Orta Zekalılar Cenneti'ndeyiz halkım :))



İki gündür Zülfü Livaneli’nin “Orta Zekalılar Cenneti” isimli kitabını okuyorum. Ama nasıl bir çile ve ızdırapla okuduğumu bilemezsiniz. Izdırabım ve endişem sevgili Livaneli’nin yazarken “eyvah tırlatacak, şimdi artık gitti adamcağız!” hislerimin gerçekleşmesine maruz kalması anlayacağınız :) Ve en acı tarafı kitabın 1990 basımı olması ve yazarın o yıllardaki memleketimizin gidişatı konusundaki tüm endişelerinin 19 yıl sonra bile aynı şiddetinde hala devam etmesi. Çok acı çok….
Ben bu kitabın isminin “orta zekalılar” değilde “geri zekalılar” olarak konması konusunda çok düşünüldüğünden eminim, en azından benim fikrim alınsaydı bu ismi kesinlikle önerirdim. Eminim Zülfü Livaneli’de bu ismi kullanmamak için kendini zor tutmuştur ya da ne bileyim bunca senelik sağlam karizmasına helal gelmesin diye gerçekleştirmemiştir sanırım.
Ama ben ülkemin hallerini seviyorum. İnsan şöyle bir çevresine bakınca eşi benzeri bulunmayan hal’lerle karşılaşıyor. Kızımın okuluna giderken birden bir dede yolumuzu çevirip “torunlarımı özledim” diyebiliyor. “-Yahu dede, git torunun sev o zaman, ne demeye yolumuzu kesiyorsun” diyemiyorsun, dişini sıkarak çocuğunu mıncık mıncık sevmesini seyrediyorsun. Tabii tüm örnekler bunun kadar masum ve sevimli olmuyor bazen.
Bugün tam da orta zeka durumunda bir genç kız Ceren’i okula götürürken yolumuza çıktı. Elinde kocaman bir Halley kutusuyla. O semirmiş midesiyle en az üç tanesini yemiş ve tam ne olduğunu anlamadan koca paketi birden kızımın önüne uzattı: “Halley yermisin seeeen” diye vıcık vıcık. Daha ben ne olduğunu anlamadan Ceren “yemem ben” diye tersledi anasından beklenen hareketi erken davranarak kızın suratına atıverdi. Kız hemen celallendi ve “yemezsen yeme” dedi. Bu dediğim orta zekalı yaratık lise öğrencisi bir kız. Kendi semirmiş ama henüz zekası cılızlığını koruduğundan incelikten bi haber dolaşan bir saçaklı işte diye kendi kendimi sakinleşmeye çalıştım çünkü kız görünüşlü yaratık yanındaki arkadaşıyla kahkaha atarak koşarak uzaklaştı ordan. Asıl teşhisi Ceren koydu : “-anne, abla deli miydi?”
Bazen ne orta, ne geri zekalı olduğunu kestiremediğimiz şahıslarda oluyor etrafta. Mesela dün Milliyet’te okuduğum bir haber. Gülmekten ölüp, bir yandan da yahu biz bunların arasında nasıl yaşıyoruz diye korkuyorum aslında :) Malatya’nın Kadiruşağı köyünde “Gülsüm” isimli ineğimiz sahibiyle gezintiye çıkıyor. Eee onca yağmuru yiyen otlar semirdikçe semirdi ki bizim Gülsüm iştaha geldi ve birden sahibini bırakıp coştu. Hızını alamayan Gülsüm kendini ilköğretim okulunda buluyor ve daha da çoşup bahçedeki atamızın büstünü kırıyor! Buraya kadar normal baktığımız durum birden işin içine “orta zekalılar” girince içinden çıkılamaz bir hal alıyor :) Önce Milli Eğitim Müdürlüğü giriyor araya, sonra soruşturma açılıyor, tüm gariban köylülerin ifadesi alınıyor hatta bir de müfettiş atanıyor ki bölgeye olayın iç yüzü iyice ortaya çıksın. Ben sabırla bekliyorum bakalım, Gülsüm’ün ifadesini almak isteyen bir ‘orta zekalı’ çıkacakmı :) Ee olayın zanlısı o çünkü, kasten mi yaptı yoksa her gün yaptığı otlama işinden sıkılıp o gün de bir eğlence çıksın, hayatına bir aksiyon katılsın diye mi yaptı bunu bilelim değil mi :)
Bu daha yeni bir konu, ben halen Ardahan iline bağlı Damal ilçesinde Karadağ sırtlarına düşen Atatürk gölgesini korumak için, dönemin milletvekili Ensar Öğüt’ün TBMM’ye sunduğu önerinin sonuçlarını merak ediyorum. “Atamızın gölgesinin belirdiği tepelerde, çobanlar hayvanlarını otlatmasın” diye bir düşüncenin sayın milletvekilimizin zekasını nasıl yorduğu, onu nasıl hırpaladığı konusunda da ciddi endişelerim var yani :) Milletvekili olmak kolay değil tabii!
Ben yine de kasıtlı olmadan , sadece sevgi yüküyle atamızın büstüne koşan gülsüm ineğimizi de seviyorum,
Gülsüm ineğimizde bir kasıt arayıp, olmadık işlerle uğraşan, geri kalmışlığımıza bir çentik daha ekleyen ineklerimizide seviyorum…

Erkeksin değil mi?

Komik tavuk karikatürü

Marketteyim... Yoğurt kutusunun üzerindeki son kullanma tarihini inceliyorum. Bir karı koca geliyor yanıma doğru, marketin koridorları daracık, bir taraf reyon biskiviler çikolatalarla dolu, karşı reyonu colalarla, yani ilerlemek çok zor o daracık alanda. Bizimkiler boş market arabasını ittire ittire ilerliyorlar. Bir ara kadın o dar koridorda market arabası ve koca basenleriyle yan yana gelince geçecek yer kalmadı adam için haliyle ve kadın ani bir hareketle kenara kayıp adama yol açmaya çalıştı. Adam da aynı anda ilerlemeye kalkınca ayağı market arabasına çarpıp sendeledi birden ve :
“Yolda yürümesini bilmiyon, kadın başınla dışarı çıkıyon” diye bağırdı kadına hemde “erkek başıyla !”
Sinir uçlarım gerildi birden, binbir tilki doluştu kafamda, elimdeki beş kiloluk yoğurt kabını onun “erkek başına” fırlatmam için dürttüler beni durmadan. Sessizce pısıp eğik başının altından ürkek bakan kadının yanında bir metrelik çirkin suratlı bir “erkek baş” işte.
Hem niye kötüler sahiden de çirkin olurlar ki. Dikkat edin bakın, sinir, lanet, şirret, şeytan vb kategorisinde bulunan o “insan” benzerlerinin suratında normal üstü bir çirkinlik vardır ve hemen tanırsınız onların yapısını. Bu adam (cık) da onlardan biriydi işte.
Bayramın ikinci günü;
Yakın bir arkadaşımız ve eşiyle beraber yine bir başka arkadaşımızın evine bayram ziyaretine gidiyoruz. Evleri denizin tam karşısı, denizle apartmanlar arasında otoban geçiyor. Deniz manzarasının tam önüne otoban yapılarak o manzaranın nasıl içine ediliyor öğreniyoruz bu arada. Biz tam apartmanın kapısındayken arkadaşımın eşi diyor ki :
“Ne ilginç değil mi? Biz şimdi denizden yukarıda duruyoruz !!?”
“Olurmu öyle şey” diyorum arkadaşımla beraber, “ biz de denizle aynı seviyedeyiz, sadece otoban yüksekte duruyor”
O bir inatla hem merdivenden çıkıyor hemde aynı şeyi tekrarlıyor, bizi ikna edemeyince de
"Aman! Kadın kısmı ne anlar” diyor , kendileri, “erkek başıyla!”
Aynen marketteki “-yon, -yon” diye konuşan gibi bir gereksiz “erkek baş”işte bu da. Tam bayram günü manşetlik bir cinayetin faili meçhul adayı. Faili bilinmez ama tam bir meçhul olduğu doğru, bilinmeyen bir x abi, bilinmez, kimliksiz, değersiz!.. Bilmiyor ki o “kadın kısmı”nın biri onu yıllardır “erkek baş” olmaktan çıkarmaya çalışıp “insan” sıfatını sırtına dayamaya çalışmış. Ama görünen o ki pek te başaramamış. Haaa arkadaşımın bunu başarmak için uğraştığından şüphem yok ama belli ki o “erkek baş”ın bünyesi kaldıramadı belki bu “insan”sıfatını taşımaya.
Cinsiyet farkının gözümüze gözümüze sokulmasının rahatsızlığı nedense feministlik olarak değerlendirilir. Bir de biraz daha bilerek, kavrayarak savunursanız kadınlık hakkınızı “entel feminist” damgası bile yiyebilirsiniz. Ama birilerinin bu “cinsiyet = akıl” yargısını çürütmesi gerekiyor.
Mesela, bir dava da tahliyesini kabul etmeyen hakime: “- o gitsin evde çocuk doğursun” diye bağıran bir hırsızın “o kadıncağız hakimlik yaparken sen gidip de ş……siz bir hırsız oldun da ne oldu?” diye sormadan olmaz elbette, o da bu lafının nereye sünüp gideceğinin farkında da değildir ş……..sizlik peşinde koşarken o “erkek başıyla”.
Mesela, bizim buralarda bir cadde üzerinde kocaman “temiz anne, temiz çevre” diye kocaman bir afiş asılıdır ve her gördüğümde bir gıcık oturur boğazıma bağırmak gelir içimden ki “-neden temiz baba” değil diye. Çocuğun temizliğinin anneden geldiği ne belli, yollara tükürmeden yürüyemeyen, boğazını temizleme gibi tuhaf bir tike sahip babalar varken ne demektir ki “temiz anne, temiz çevre”?. Hoş zaten buralarda yollarımız annelerimizin etekleri sayesinde tertemiz dir ki. Ayaklarına dolaşırcasına uzunluktaki etekleri zaten süpürür gider yolları, temiz pak eder. Bizim “erkek başlı”lar o “kadın başı”yla sokakta olmamaları gereken hanımları zaten tavuskuşu misali metreler uzunluğunda entariye kapatırlar ki hem sokaklar temiz olsun hem namuslarına bir helal gelmesin. “kadın başı”yla sokağa çıkanların ahvali ortada işte, ya meydanlarda mıncıklanma yada aklınıza gelecek bilumum bütün utanç verici girişimdir yani.
Erkekliği başka bir yücelik sayanların beyin ölçümü yapılmalıdır diye düşünüyorum ben. Fındık misali midir, leblebi tanesimi?
Siz “kadın başına” ayakta durmaya çalışan sevgili kadınlar da; bırakın onlar erken öten horozun kaderine biraz daha yaklaşsınlar, nasıl olsa bir gün inceldiği yerden kopup gidiverecekler. Sürsünler keyfini testesteronlarını çoşturarak. Er yada geç hak yerini bulacaktır eminim bundan.

Sinema sever misiniz?



Birkaç gündür kızımla birlikte cine5’in öğle kuşağında yayınlanan türk filmlerine sardık :) Hemde nasıl :). Bunlar hem çok eski filmler hemde çok komik. Yok öyle komedi değil aslınd , bildiğiniz dram, bol göz yaşı, bol depresif, “nayır, nolamaz”lı filmler. Ama biz çok gülüyoruz. Şimdilerde bile yeni yeni bizleri sarabilen senaryolar yazılabiliyor, biraz olsun ‘sahiden etkileyiciydi’ diyebiliyoruz. O zamanlarda keyifle ve müthiş bir ilgiyle seyredilen bu zengin kız-fakir erkek bumerangından çıkamayan basma kalıp filmlerin bu zamanda nasıl anlam değiştirdiğini görmek üzücü aslında. Hayal gücünden yoksun, vasat ve bir o kadar sıkıcı bence.
Mesela dün seyrettiğimiz film; genç bir erkekle güzel sayılabilecek :) genç bir kız nişanlanıverirler. Aradan bir dakika bile geçmeden bir trafik kazası olur ve hafif yaşlıca bir bayana yakışıklı (ama o da bir hayli yaşlanmıştır aslında) bir doktor arabasıyla çarpıvermiştir. Bilin bakalım ne olur, vücudunun minicik bir noktasında bile hasar bulunmayan o bayan kör olur :). İşte filmin en komik sahnelerinden biri hastanede yaşanandır bence. Gözleri sargıda olan bayan birden uyanır ve “-nerdeyim ben, nnoooldu bana?” diye sorar. Doktor bey anlatır “-size ben çarptım hanımefendi”. Ama kadında tık yok, ne bir öfke ne bir kızgınlıkJ. Doktor bayana ismini sorar ve bizim hafif yaşlıca bayan sadece ismini değil “-aaah, benim ismim bir zamanlar ……’dı aslında ama bu zalim hayat beni nerelere, nerelere! Attı” diye döküverir tüm hayatını. Yahu dur, adamı tanımıyorsun bile, bu ne rahatlık :) Doktorcuk zavallı, bu bayanın haline üzülür ve kıyamayıp, bir de vicdan azabının verdiği sıkıntıdan dolayı onu evinde tedavi etmeye karar verir.
Filmin başındaki o nişanlanan genç oğlan aslında doktorun oğludur, amaaaa aynı zamanda bu kör olan bayanın yıllar önce doktorun kapısına bırakıp kaçtığı oğludur yaaa :). Ve bu doktor ile körceğiz bayan aslında yıllar önce sevgilidirler, yaniiii ikisinin oğludur. Kadının gözleri üç gün sonra açılır ve doktor kadından af diler hemen ve “noooolur yine benimle ol”der. Bayanda nerdee gurur!, yok böyle bir şey, hemen dişleri ışıldar ve doktorun boynuna sarılır. Uzun bir süre “kötü kadınsın sen” muamelesi yapan oğluyla da barışırlar :)) bitti !
Yaratıcılığın, hayal gücünün, yeteneğin bu kadar yoksun olmasına insan bir anlam veremiyor. Vardır elbette bu gibi filmlerin arasından bir bıçak gibi sıyrılıp seyircinin kalbini fetheden filmler ama yaşımın elverdiği yere kadar biliyorum ki uzunca bir süre bu gibi filmlerle insanlarımız oyalanıp durdular. Bakış açısını, ufkunu genişletemeyen bu karar vericilerin elinde kandırılan bir toplum gelişti bu zamana kadar. O nedenle hala şu an bile yayınlanan dizilerimizde zengin erkek-fakir ama gururlu kız senaryolarından vazgeçilmiyor ve ne acı ki hala insanlarımız tarafından ilgiyle takip ediliyor.
Ben yine de ümitsiz değilim, sadece ülkemizde değil, uluslarası arenada bile kendini gururla gösteren filmlerimiz var artık. Tamamen kendine özgün senaryosu, katıksız yalansız bizi, bizim insanımızı , kültürümüzü korkmadan işleyen (mesela namus cinayeti) , bizleri birkez daha birkez daha düşünmeye iten samimi filmlerimiz var artık.
Daha da çoğalmaları için biraz daha eleştirel, biraz daha zevk sahibi, biraz daha bilinçli bir sinemasever olmamız gerekiyor artık. Sinema biletlerinin zorla satılmadığını, kumandanın düğmesinin hoş olmayan içi boş programları zaplama gibi bir işlevinin olduğunu hatırlamamız gerekir.
Sonra nasıl gelecek bir bir çorap söküğü gibi kaliteli izlenimler görün bakın :))

Ben Öğretmen Oldum :)


Anasınıfı öğretmeni olmak nasıldır acaba? diye düşünürdüm hep :) düşünmez olaydım :)
Son günlerde sınıf öğretmenimizin yeni düzenlediği bir etkinlik var, her hafta bir anne öğrencilere bir faaliyet öğretecek. Neymiş : öğrenci veli ilişkinisi kuvvetlendirmek. Neymiş : annelerin de çocuklarla aktif iletişim içerisinde olmasıymış. Tamam , iyi, güzel de ; onca bıcıra aynı anda ne bileyim bir şarkı öğretmek, kitap okumak, onların dikkatini aynı şey üzerinde toplayıp bir şeyler üretmesini başarmak her babayiğidin, her annenin harcı değil. Evet kesin kararım bu :) İster kızın ister gülün hiç farketmez.
Aslında birinci dönem başlaması gereken bu uygulama ki bu anasınıfı formatında yok, tamamen bizim iyi niyetli öğretmenimizin "kaynaşalım" dileği üzerine başlatılmış bir uygulama. Evet birinci dönem başlaması gerekiyordu ama annelerin çoğu kendini geri geri ittiğinden :) bir türlü başlayamadı. Bende o geri geri gidenlerden oldum. Kızım gibi 18 bıcırı karşımda düşündüm. Sonra benim cadıya masal okurkenki halim geldi gözümün önüne :
"_aslan neden yemiş ki ceylanııııı?"
" _niye hep ormanda yaşıyor bu hayvanlaaaar?"
diye bitmek tükenmek bilmez sorularını cevaplamak için uğraşmalarımı düşündüm ve bu soruların 18 küçük yavru tarafından sorulduğunu hayal ettim birden :)))) aman allahım!..
Evet çok sevimliler, tamam kabul ediyorum çoook tatlılar ama çekilmiyorlarmış anladım dün bunu. Ben de renkli kartondan maske yaptırayım dedim.
Başardım da :) ama inanın hayatım boyunca bir daha bu kadar çok "teyzeeeeeeee" diye çağrılabileceğimi tahmin etmiyorum. Saniyede bir "_teyzeeee, benimki olmuyo", "teyzeeee benim yapıştırıcım kurudu", "_teyzeeee, benim makasım kesmiyooooo " :) sözlerini duydum. İnanılmazdı :) ama asıl inanılmaz olanı kızımın tüm arkadaşlarına "_o benim annem" diye caka satmasıydı ki bunun keyfini asıl hiç anlatamam.
Dip not nedir? diyeceksiniz, bilmiyorum :)
Kaynaşın , evet güzel bir duygu ama bu kadar cüceyle birden değil. Bırakın diplomalı öğretmenleri daha profesyonelce yapsın, siz kendi bıcırlarınıza ancak yetersiniz, ben öyleyim çünkü :)

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...